KEMALİZM NEDİR?
- Ahmet Taner KIŞLALI
Kemalizm,
tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi
olarak doğmuştur. Ama, liberalizm ve sosyalizmden farklı
olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının
gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de, Kemaliz mi
iyi değerlendirebilmek için, geri kalmış ülke devrimlerinin
gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir.
Fransız Devrimi,
evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen
devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve
toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre
oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle
de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal -
ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır.
Kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsal sınıf
olarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal
rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun
altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır.
Burada sözkonusu olan, eski kurumları yeni koşullara, yani
üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla,
koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken
kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.
Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler
ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, bu
toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlatmak
amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler,
koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin
doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek
durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya göre
kurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki
açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden
çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden
ders alabilmek olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal
taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması
nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak eski düzenin
savunucusu güçlerin - tarihsel nedenlerle - zayıflamış
oldukları bir andan yararlanarak iktidarı ele
geçirebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da
zayıflığını ise, ideolojiye büyük ağırlık vererek ve o
ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir
çekirdek güç oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.
Toplumlardaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski
güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya
görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte
direnmesi, devrimin nesnel ( objektif ) koşullarını
oluşturur. Varolan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin
ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel ( subjektif )
koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan,
kızgınlık birikimlerinin kırıp - dökmeye dönüşmesinden
ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç",
yani "bilinç" ögesidir.
Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak
doğar, devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde
ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların, çok gerisinde
kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterinde
oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar. İdeoloji,
devrimi olanaklı kılan ortamdaki, somut koşullardaki
eksikliği giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir.
Burada ideoloji, yine devrimci eylem içinde bazı
değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır
olarak vardır ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş
ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine
daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal
karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü
güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler
geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.
Her
devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O
güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci
ideolojinin kendisi, yaratığı bilinç ve kitlesel etkisiyle
devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir
hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi
hızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci
ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki
ağırlığının artması ölçüsünde, o ideolojinin dogmatikleşmesi
olasılığı da artar. Çünkü söz konusu ideoloji, bir anlamda,
varolması istenilen, ama henüz varolmayan koşulların
ürünüdür.
Mustafa Kemal,
tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı'nın
ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini maddi ve manevi
açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu
kılmadığı yeni bir toplumsal - siyasal düzeni yaratacak
süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin, Rusya ordusunun
perişan olması sayesinde, küçük ama iyi örgütlü ve bilinçli
bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa
Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine
kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi
gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmaya
çalıştığı marksist ideoloji - yukarıda değindiğimiz nedenden
dolayı - dogmalaşırken; Mustafa Kemal, liberealizm ve
sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına
göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma
olasılığını önlemeye çalışmıştır. İdeolojik kalıplaşmanın
hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak,
bir anlamda "sürekli devrimcilik" anlayışının
öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine,
kemalizmin ideolojisi vardır, ama "öğreti"si (
doktrini ) yoktur.
Kemalizm'in önünde iki aşamalı bir amaç vardı:
Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için,
ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk,
cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve
dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve
devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.
Ulusçuluk
Kemalizm içinde "milliyetçilik", bir yandan ulusal
bağımsızlığın sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma
gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öge
oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak,
uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma
aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan
demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu.
Çeşitli kaynaklardan beslenen gecikmiş Türk milliyetçilik
akımının bir düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp
olmuştu. Bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan
çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa
Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı
zamanda, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir
milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi
hedefler gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir
millyetçiliktir.
Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle
"mazlum milletler"in birer birer bağımsızlıklarını
kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının
başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist
devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek
evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik
anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslar
topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak"tır.
Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik
bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık", bu
hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir
ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne "ırkçı" ne de
"ümmetçi" bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre
ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusu yaratan temel
öge, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç
olarak ortak kültürdür. Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes
birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı
sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini
kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan
kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba
gösterdiğinde de, örneğin "Ne mutlu Türk olana" dememiş, "Ne
mutlu Türk'üm diyene" demiştir. O'nun için "Türk", Anadolu
toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma
içinde olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk o
milliyetçilik çerçevesinde yer almazken, Anadolu'nun tüm
insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası
sayılmaktadır. Atatürk "Medeni Bilgiler" kitabında
şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye
halkına Türk milleti denir." 1935 yılındaki resmi
tanımlamaya göre de, "ulus, dil, kültür ve ülkü birliği
ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve
sosyal bir bütündür."
Atatürk, ulus kavramından din ögesinin dışlanmasını, dinin
ulus dışında ayı bir olgu olarak değerlendirilmesini ise
şöyle savunmuştur: "Türkler islam dinini kabul etmeden de
büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din,
ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine
tesin etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını
gevşetti; mili heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü
Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin
üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."
Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları
paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma
gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki
çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa
karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında
ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka
bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıyla
kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar
veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından
sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
İleri milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye
değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici
milliyetçilikte, insanları egemenlik altına almak değil,
onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici
milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm
toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik,
bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik,
savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde,
yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerci
milliyetçilik, kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle
de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.
Cumhuriyetçilik
Kemalizmin ilkelerinden "Cumhuriyetçilik", bir
anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer
egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi
kurallara göre yönetileceği de ulus tarafıdan belirlenecek
demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek
"demokrasi" ile bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir.
Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel
kökenli olmaktan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin
çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli
olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini
halk desteğinin oluşturmasıyla da, halkçılık ilkesiyle
yakından ilgilidir.
Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk
devleti idi. Oysa geçmişteki devlet, bir "kişi devleti"
idi, kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne
anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi
demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz
cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün
gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. ... Milli
egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin
var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini
denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna
Killi'nin de altını çizdiği gibi, kemalist cumhuriyetçilik
anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar
Avruğpası'nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı
rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da
mesleklerin temsiline dayalı koperatif sistemlerin Türkiye
açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o
dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist - nazist
modelden etkilenmişlerdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir
mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde
eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece
önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken,
elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk
kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı
sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir
temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin
tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere
başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor:
"Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük
tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak
onaylanır" diyordu.
"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki,
bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste
bulunsun" görüşünü savunan Ergun
Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nın
kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı
mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet Meclisi'nde
ve millet önünde işlerin serbest olarak münakaşası ve iyi
niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya
koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim
gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir."
Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü
gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi
anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına
zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük"
anlayışıyla da sınırlı değildi. İnsanın kendi yeteneklerini
geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgülük anlayışını daha
1930'larda savunmaktaydı.
Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen göstediği bazı şeyler var
ki, günümüzün "katılımcı" demokrasi anlayışını daha o
zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. ( Bu
açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi
anlayışından çok daha ileridir: Dünya'da ilk kez bir bayram
çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin
gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya
çalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların,
kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına
oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış
gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamlı
olduğu açıktır. Belki yine ilk kez, bir önder, devrimini
gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede
siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş,
1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir
istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak
ve özgürlüklerini - demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı
ülkelerinden önce - veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık
kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.
Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük
"kültür devrimi" açısından önem taşıyan kurumların
bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen
göstermiştir. Herşeyin devlet içinde ve "devlet için" olduğu
faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih
Kurumları siyasal iktidardan bağımsız birer dernek
olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk
onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal
varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan
çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404
"Halkevi" ile dört bin kadar "Halkodası" da,
kâğıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük
ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip
kılınmışlardır. Bunlar, "kitle örgütleri"nin kötü
gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinden yarım yüzyıl
önceki Kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.
Mustafa Kemal, demokarasinin herşeyden önce bir özgürlük
sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu: "İrade ve
egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi
sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir.
Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir
nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı
amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi,
milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde
siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa
ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü
niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini
toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre ( ... ) yapar.
Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür.
Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit
özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve
vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."
Halkçılık
Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizm'in en önemli
ilkelerinden olan "halkçılık"tan da soyutlanamaz.
Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu:
"Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel
eğilimlerini isbat etmiştir. O da halkçılıktır, halk
hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama
zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin
programlarında üç ögeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi,
yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul
edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun
çöküş döneminde girişilen reformlar hep devleti kurtarmak
amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç
kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcı gücünden
yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının
bilinciydeydi. 1922'de Meclis kürsüsünden şunları
söylüyordu: "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi,
gerçek üretici olan köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü
yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili
bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yediyüz yıldan beri dünyanın
çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız,
kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yediyüz yıldan
beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna
karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık
verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik
bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek
istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve
saygıyla gerçek durumumuzu alalım."
Mustafa Kemal, yüne Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis
önünde yaptığı bir konuşmada, halkçılığın toplumsal -
ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: "Toplumsal uğraş
yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını
kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız!
Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve
çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her
birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir
hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını
çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz
içerisinde yeri yoktur. O halde söyleyiniz baylar! Halkçılık
toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir
toplumsal uğraştır."
Kemalizm, şekilciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık
ilkesinden hareketle yapılan birçok reform, Osmanlı
geleneğinin ürünü olan seçkin - halk ikilemini aşmaya
yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan
birisi, "Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan
kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen "dil devrimi",
yani dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin
anladığı Arapça - Farsça yüklü Osmanlıca terkedilmiş,
türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe yazın ve bilim dili
olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski
yazının yerine latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini
kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.
Kemalist halkçılık, "ayrıcalıksız, sınıfsız"
bir toplum öngörüyordu. Fakat bu toplumsal sınıfları
kaldırmayı amaçlayan marksist anlayışı yansıtmıyordu.
Kurtuluş Savaşı Türkiye'sinde marksist anlamda bir
"egemen sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından
hareket etmekteydi. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması
ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik
gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar
değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir
durumun doğması, Kemalizmin, Suna Kili'nin vurgulamaya özen
gösterdiği bir temel özelliğin gözden kaçmasına neden
olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın
egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her
türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü
halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin
dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında
halk yararının gözetilmesini amaçlar."
"Peki halk nedir?"
sorusunun yanıtını ise biz verelim: Halk, ayrıcalıklara
sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır!
Devrimcilik
Kemalist "devrimcilik" ilkesi, halkçılıkla ve hatta
demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. Mustafa
Kemal'in 1923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alan şu
cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket
ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık
bir biçimde sergilemektedir: "Bozuk zihniyetli
milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf
başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma
ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi
başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye
başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet
ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın
sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve
vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin
samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her
türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin
herşeyden evvel millete güven vermesi gereklidir."
Bu,
seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve
dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir
devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu
söyleyebiliriz. Birinci yanı eski düzenin geçerliğini
yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini
karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm
bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli
olarak yeniliklere, değişmelere açıklık biçiminde anlamakta
ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci ögesini şöyle
tanımlıyordu: "Devrim, Türk milletini son yüzyıllarda
geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en
yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni
kurumları koymuş olmaktır." Atatürk, yaptığı devrimin
ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik
ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o
noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen
koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin
bilinciydeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin
kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına
karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil,
düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte
bu nedenledir ki, Kemalizm'in devrimcilik ilkesi, aynı
zamanda bir "sürekli devrimcilik" anlayışını da
yansıtmaktadır.
En
ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir
devrimin "bekçiliği" ile yetinenler, değişen
koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan
kurtulamazlar. Kemalizmin bu sürekli devrimcilik anlayışını
benimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in sağlığında
gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri
"Kemalist" ya da Atatürkçü saymak
olanaksızdır.Suna Kili, "Devrimcilik kalıplaşmayı,
durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın,
toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrimin
anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur." derken
haklıdır. Emre Kongar da, aynı gerçeği şöyle ifade
etmektedir: "İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini,
temel ilkeleri yönünde götürme görevini içeriyordu. Yalnız
mevcudun ve gerçekleştirilenin korunması ile yetinilmeyecek,
Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelere
göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye
götürülecekti."
Devletçilik
Kemalizmin "devletçilik" ilkesini de, halkçılık
ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksul,
yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve
hakettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batı'nın
gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya
geldikleri biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, öte
yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye
birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye'nin kendisi geri kalmış
bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi
oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması
pahasına bir kalkınmaya ise "halkçılık" anlayışı
karşıydı.
1923
- 1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması
özel girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye
özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de
yeterli teknolojik birikimi vardı. Dünya'yı sarsan 1929
ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının
tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi
kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için
"devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim
arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir
paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın
halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.
Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan
düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesi şöyle
tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla
beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha
ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve
yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi
alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli
esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen
yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve
yapılanları düzenleme ve denetlemektir."
Kemalist devletçilik
anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde
toplamayı öngören marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi
yoktur. Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin
lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet
ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını
planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği,
başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda
yatırım ve işletmecilik yapacaktı.
Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük
yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı ve sanayi
yatıımları sayesinde oldukça hızlı bir ekonomik büyüme
gerçekleştirilirken; öte yanda, sanayileşmenin devlet eliyle
oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı'daki örnekleri
gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda
edildiğini görmedi. 1929 - 1939 arasındaki on yılda dünya
sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de sanayi üretimi
artışı yüzde 96'yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya
dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı
bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye
başlayan sanayi işçisi sınıfı nasıl hiçbir mücadele vermeden
seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; yine kan
dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine
gerek kalmadan insancıl çalışma koşullarına kavuştu.
Kemalist "sürekli" devrimcilik anlayışını daha sonra
sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi
hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını
beklemediler. ( Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen
hakların yeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki
deneyimler göstermiştir. İşçi sınıfı, ancak elinden alındığı
ya da kısıtlandığı zaman, sahibolduğu hakların ve
özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir.
Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme
hakları elde etmek için nasıl uzun ve kanlı savaşımlar
verdiği unutulmamalıdır! )
Laiklik
Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde,
Atatürk'ün kuşkusuz ki, en önem verdiği ilkelerin başında
"laiklik" geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının
daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile, çok partili düzene
geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü:
Laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka'nın
önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar'a yazdığı ve daha
önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati
çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik
esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı
olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur."
Bir
çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik,
demokrasi anlamındaki cumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin
de, devrimciliğin de, ve hatta halkçılığın da ön koşulu
olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön
koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce
özgürlüğü, gerçek anlamda bir özgür seçim olmaz. ( Bütün
dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgarları eserken, baskı
rejimleri birbiri peşisıra yıkılırken, bundan en az
etkilenenin - laikliği kabul edememiş - müslüman ülkeleri
oluşu rastlantı mıdır? ) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü
laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil,
inananların oluşturduğu "ümmet"tir. ( Bu anlayış
içinde örneğin Arap ve İranlı, müslüman Türk ile aynı
toplumun bir parçası sayılırken, hrıstiyan Türk olan
Gagavuzlar ( Gökoğuzlar ), Türkçe konuştukları ve çok
daha ortak kültürel özellikler taşıdıkları halde
"yabancı" sayılacaklardır. ) Devrimciliğin ön koşuludur;
çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin va çağın
gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin
tartışılması bile genellikle olanaksızdır. Halkçılığın ön
koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı
ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.
Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir
kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü
eski düzenle çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları
kesimi, köklü değişimlere hep karşı çıkmış, dini bir siyasal
amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır.
Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi
de "dinsizlik" olarak nitelendirmekten
çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile
bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal'in
idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.
Fransa'daki müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk
toplumunun dışından bir gözlemci olarak, bu konuda şöyle
diyor: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde din adamları
çok olumsuz roller oynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının
hatalarını ve yarattıkları tehlikeyi anladığı için devrimine
önce onlardan başladı. O din adamlarının cehaletinden
korkmakta, onların ülke için tehlike yarattıklarını
düşünmekte haklıydı. Onun savaş açtığı din adamlarının
tanıttıkları, savundukları İslam ile gerçek İslam arasında
dağlar kadar fark vardı. Türklerin babası, dünyaya hakim bir
Osmanlı İmparatorluğu'nu çökmüş, parçalanmış haliyle buldu.
Bu koca imparatorluğun çöküşüne de İslam'ın yanlış
tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk
cehalete karşı savaştı, İslam'a karşı değil..."
Atatürk din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde
ortaya koymuştu: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz
milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki,
din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının
din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat
temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete
karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan
insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve
sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu
kimselerdir. Hangi sey ki akla, mantığa, halkın menfaatine
uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer
bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı,
mükemmel olmazdı, son din olmazdı."
Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını,
birçok yabancı ögenin - yorumlar ve boş inançlar olarak -
işin içine girdiğini düşünüyordu. Çağdaş olmanın
inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama
bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu:
"Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için
Kuran Türkçe olmalıdır. Türk Kuran'ın arkasından koşuyor;
fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından
koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın."
Müslüman Türk halkı, Kuran'ı kendi dilinden okuyup anlama
olanağına ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu.
Türkçe Ezan gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili
siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu, Kemalizme karşı
güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı.
Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim
sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir islam ülkesindeki ilk
laik devlet böylece doğdu. Eğer çok sayıdaki müslüman ülke
içinde çağdaş demokratik bir hukuk devletine sahip tek ülke
Türkiye ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını öne
sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay
gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin
müslüman ülkeler içinde en sanayileşmişi, en ileri
teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı oluşu da
ayrıca düşündürücüdür!
Yeni İnsan
Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde
en bol malzeme insandır. Üstelik diğer kaynakları harekete
geçirebilecek güç de gene o insan ögesidir. Bu nedenle, geri
kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye,
daha etkili daha bilinçli bir "yeni insan" yaratmaya
yönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini
değiştirmeye yönelik bir "kültür devrimi" olmak
zorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni insanı
yaratabildikleri ölçüde başarıya ulşırlar.
Hiç
kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en
büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde,
dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı
reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz
boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde çok
anlamlı olan parçalardır. Osmanlı İmparatorluğu
içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini
yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur
duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir
sonuç olduğunu bugün takdir edebilmek zordur.
Napolyon, "Süngülerle herşey yapılabilir, ama üzerine
oturulamaz." diyor. Bunun sosyolojik anlamı açıktır.
Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin
olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun,
belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır ve
dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı o toplumsal tabanın
gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde başarılı
sayılır.
Mustafa Kemal'in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı
sağlayabilmek için dayanabileceği güçler belliydi: Asker -
sivil bürokratlar, ulusal nitelikli ama oldukça zayıf bir
kentsoylu kesimi ve büyük toprak sahipleri. Bunun dışında
güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal
bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen
savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete
geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı. Topluma,
yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele
almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebilmekti.
Ama örneğin sıra "toprak reformu"na geldiğinde,
başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı,
hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de "toprak
ağaları" idi. Kemalizmin başardıklarını ve
başaramadıklarını, 1920'lerin Türkiyesi'nin toplumsal -
ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın
özelliklerini gözönüne almadan yapılan bir değerlendirme
bilimsel olamaz.
Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor:
"Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılar uyandırdı. Bugün
Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya
kadar uzanan alanda, Türkiye'nin 1919'dan sonraki atılımı ve
uygulanan reformlar çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle
izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik - sosyal kalkınmayı
sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak
Kemalizm'den alınacak dersler araştırıldı."
İran'lı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi
Mesut Racavi ise bir Türk gazetecisine şöyle diyor: "Ben
istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir müslümanlar
ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca geri
kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz
çok şanslı bir ülkenin çocuğusunuz..."
Kaynak
: A.Taner KIŞLALI - Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, 1993, S. 120
- 135 ( Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği )