Tomur Atagök
Sanat ve Hayat
ders BELGELİĞİ Çalışma Grubu, Mayıs 2015 tarihli Tomur Atagök
Söyleşisi
Sizce Amerika ve Türkiye’deki sanat
ortamı arasındaki farklılıklar nelerdir?
Ben, farklı yerlerde yaşadım. New York, II. Dünya Savaşı'ndan
sonra önemli bir sanat merkezi olmuştu, ama burs almam
nedeniyle ilk gittiğim yer olan Oklahoma, sanat bakımından
diğer bölgelere nazaran biraz geride kalmıştı, fakat oradaki
hocalarım öğrencileri destekleyen, yeni görüşlere sahip
kişilerdi. Çok yoğun çalışmam sonucu 4 yıllık bölümü 5
sömestrde bitirdim. Mezuniyet diplomamızı alırken 3 arkadaşla
birlikte başarı ödülünü paylaştık. BFA derecesi aldıktan sonra
California’ya gittim. Çünkü California’da sanat alanında çok
büyük bir hareketlilik vardı. Zaten Oklahoma State
University’den burs almadan önce Amerika planımda öncelikle
California vardı, Amerika’ya; bir başka sanat merkezi olan San
Francisco'ya; ya da Los Angeles’a gitmeyi planlıyordum. San
Francisco Art Institute diye bilinen bir yere müracaat ettim.
Kabul edilmemem üzerine California College of Arts and
Crafts’a girdim. Sonrasında California University, Berkeley’e
geçtim. Amerika eğitim sisteminde genel olan iki senelik bir
yüksek lisans eğitimi aldım. Bu eğitimi aldığım sırada
Amerika'da çok sosyal bir değişim yaşanıyordu. Orada “Flower
Children” dedikleri hippiler vardı ve yaşamları hep birlikte
yaşamak gibi bir ideal üzerine kurulmuştu. Birbirlerine destek
oluyorlar ve insan hakları için mücadele ediyorlardı. Aynı
zamanda kadın hakları, siyah-beyaz arasındaki ırk
farklılıklarının kaldırılması konusunda mücadele ediyorlardı.
Dolayısıyla benim sanat ortamımda, sosyal yaşamda değişiklik
isteyen, sanat ortamında hayatı yönlendirmek isteyen, sanatı
bir yöntem olarak kullanmak isteyenler de vardı.
1962-1965 yılları arasında sanat benim için bir devrim
geçirdi. Artık sanat hayattan kopamazdı. Sanatın ve hayatın
birlikteliği vardı. Tam o sırada 1970’li yılların başında
kadın hakları konusunda çok önemli iki sanatçı Judy Chicago ve
Miriam Schapiro bir araya geldi ve “Feminist Art Program”ını
California Institute of the Arts’da kurdular. 1972’de Schapiro
Dollhouse olarak bilinen işini, Chicago’da Dinner Party diye
bilinen işini yaptılar. Kadınlar bir araya gelerek bir anlamda
Kadın araştırmaları merkezini kurdular. Bunlar önemli
adımlardı ve toplumu etkiliyordu. Ben de bunların etkisinde
kalarak Türkiye’ye geldiğimde daha önce soyut sanat yaparken
sanat ile hayat arasında bir beraberlik kurmanın gerekli
olduğuna inanmaya başladım. Dolayısıyla 1980 yıllarının
öncelerinde yapmaya başladığım figüratif çalışma oluştu.
Bugüne kadar gelen bu çalışmayı ''Soyut Figüratif'' olarak
adlandırıyorum. Buradaki örneklerde olduğu gibi kapanmış olan
bir kadının perdeyi aralaması, dışarı çıkması…
Bu işlerden biri olan birkaç parçalı işim “Aç Perdeyi Yavaşça”
Yeni Eğilimler Sergisi'nde sergilenmişti. Bir başka işim;
1983’te Yeni Eğilimler'de ödül kazandı. O işimde, metal
üzerine Meryem Ana ve onun karşısında da, yatmış halde, biraz
tembel görünümde bir kadın figürü gözüküyordu. Bu karşılıklı
duran iki metal arasındaki yansıma, izleyicinin metale
yansıması ile bütünleşiyordu. Ben, sanat eserinin, sanatçı ve
izleyici arasındaki köprü olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla her
bir izleyicinin yorumuyla sanat eseri değişmektedir. Diğer bir
ifadeyle, benim yaptığım bir şeyi, farklı kişiler bakıp
yorumladıklarında farklı yorumlar ortaya çıkabilir. Bu anlamda
sanat eseri, her kişide farklı değişiklikler yaşatır. Metal
yüzeyler ise çok açık ve net olarak o izleyiciyi yansıtması
nedeniyle de bir değişiklik yaşar. Yani izleyicinin düşüncesi,
hissettikleri ile değil, aynı zamanda çevreden ve izleyiciden
yansımalar ile birlikte sanat eserinde ortaya çıkan bir obje
niteliğindedir. Böylece; kadın haklarını konu alan
çalışmalarımda artık metal egemen olmaya başlamıştır ve
izleyicinin yorumuna bağlı kalarak bugüne süregelmiştir…
Benim için 1970’lerin sonları ile 1980’li yılların başı çok
önemlidir. Amerika’da almış olduğum 1965 sonrası etkiler,
kadın yaşamında değişiminin gerekliliği üzerine yapmış olduğum
çalışmalarda görülür. 1978’de Yahşi Baraz’ın galerisinde
açtığım sergide değişik malzemelerle yaptığım işlerde konu
kadın, aile üzerinedir. Ancak sadece kadın değil; sosyal
yaşamdan da etkilenmişimdir. Örneğin, bir çalışmamda aynı anda
hem asker; hem de model olan bir kadın var. Haberlerimizde hem
kadın model çıplak görüntüsüyle, hem de bir askeri görürüz.
Aynı anda haberlerde birbirinden farklı iki olay gündeme
gelir. Sanırım 1980'lerden itibaren Türkiye’de biz bunu
yaşadık. Bizler sürekli bir değişim yaşıyoruz ama bugüne
gelindiğinde yine yaşadıklarımız ile karşı karşıya kalıp tam
olarak nasıl çözümlememiz gerektiğini anlayamıyoruz. Bugüne
geldiğimizde de çoğunluk dini gereksinimleri konuşuyoruz;
diğer taraftan kadının öldürülmesi, ona yapılan her türlü
eziyet, şiddet ve olumsuz hareket tekrar tekrar gündeme
geliyor. Bu sebeple benim son dönem eserlerim yani 1980'lerde
başlayıp, 1990'ları geçerek 2000'lerin sonuna doğru hala devam
ediyor. Ama kadını nasıl yükseltebiliriz, yüceltebiliriz onun
çözümünü hala tam olarak bulmuş değilim. Çünkü tanrıçaları
ortaya koyduktan sonra yapılan bir araştırmada şunu anladım:
bizim halkımız kültürümüzü bilmiyor. Anadolu tanrıçaları
dediğimde ''neyden bahsediyorsun,'' diye benim yüzüme şaşkın
şaşkın bakıyorlar. Bizim Anadolu’nun ana tanrıçalarını örnek
olarak bile gösteremiyor, güçlü olduklarına dair sözüm sadece
söz olarak kalıyordu. Bu nedenle Türkiye’de sanatın gelişmesi
için bizim kültürümüzü ciddi bir şekilde gündeme getirmemiz
lazım. Geçmişimizi gündeme taşımamız lazım.
Neden doğa ve metali ele aldınız?
Sanat eseri, izleyici ve sanatçı arasında bir iletişim
aracıdır. Sanat eserinin daha kuvvetli bir iletişim aracı
olması için, izleyicinin kendi yorumu kadar kendisinin de
sanatın içinde yansımasını görmesi durumu o eserlerle
bütünleşmesine neden olur. Sanat eseri, metal aracılığıyla bir
iletişim aracı olmanın ötesinde; izleyiciyle ve ortamla bağın
kurulmasına neden olan bir dili oluşturuyor. Bu yansıma, metal
olmayabilir; başka bir yansıtıcı yüzey olabilir ama önemli
olan çevrenin ve izleyicinin de o eserin içinde yer almasıdır.
Dünyadaki ve Türkiye’deki Feminizm akımı hakkında ne
düşünüyorsunuz? Türkiye’deki Feminizm hareketindeki rolünüz
nedir?
Gerçekleştirmiş olduğum birkaç tane önemli kadın sanatçı
sergisi olmasına karşın, çok büyük bir katkım olduğunu
zannetmiyorum. Çünkü kadın sanatçılar veya kadınlar bir araya
gelip toplu bir çalışma yapmıyorlar. Bunu yapan gruplar daha
ziyade kadınların cinsel içerik olmaktan kurtulması için
yapılan eylemlerdir. Şiddetin son yıllarda artması nedeniyle
eylem yapmak için bir araya gelmiş, dernekler kurmuş, yazılar
ve kitaplar hazırlamışlardır. Ancak kadınların hiçbir zaman
herhangi bir ortamda kendi haklarını koruyamadıkları açıkça
ortadadır. Bunun en önemli örneklerinden birisi,
üniversitede çok fazla kız öğrenci sayısı olmasına rağmen az
sayıda kadın öğretim üyesi olmasının söz konusu oluşudur.
Bugün bile toplumda televizyonu açtığınız vakit konuşma
programlarında kadınların çok azının yer alması bana bunu
gösteriyor.
Biz gerçekten kadın toplumuna, kendisi için söz söyleme
hakkını tanımıyoruz veya kendisine o gücü vermiyoruz. Bu
nedenle, daha çok eğitime ihtiyacımız var diye düşünüyorum.
1991’de “İstanbullu 13 Sanatçının ‘Eueodialogue Sergisi’,
1992’de’20. Yüzyılın İlk Yarısında Kadın Sanatçılar,” Yıldız
Teknik Üniversitesi, 1993’de “Çağlar Boyu Anadolu’da Kadın
Sergileri kapsamında Cımhuriyet’ten Günümüze Kadın Sanatçılar
Sergisi, 1995’de “İzler Sergisi” YTÜ ve Yapı Kredi Bankası ile
2001’de “Ben Gördüğün gibi Değilim” Sergisi Frauen Museum,
Bonn ve Berlin Almanya’da gerçekleştirmiş olduğum sergiler
sonrası kadın sanatçılarımızın ABD’de tanık olduğum gibi
birlikte çalışmayı hedeflemediklerini gördüm ve üzüldüm.
Amerika’da kadın sanatçılar birlikte eylemlere katılarak, daha
çok kadının bienallere girmesine ve müze koleksiyonlarına
alınmasını sağladılar. Bu arada müzelere de daha çok kadın
araştırmacı ve küratörün girmesi mümkün oldu. Kadın
sanatçıların Türk sanatına olan katkılarının daha
belirginleşmesi gerekir bu nedenle en azından sanat
tarihçilerinin bu konuyu gündeme getirebileceklerini umuyorum.
Türkiye’deki müzecilik ve müze eğitimi hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Türkiye’de müzeciliğin eğitime çok büyük bir katkısı
olabileceğini düşünüyorum. Türkiye’de müzecilik dünya
müzeciliği ile mukayese ettiğiniz vakit, ne yazık ki geride
kalmıştır. 1960-1970 yılları arasında Amerikan müzelerinde
eğitimci kadrosu yeni alınmaya başlamıştı. O kadroların
gelişmesi 1980'li yılları buldu. 1980'lerden sonra müzeci,
eğitimci, müze eğitimcisi bir küratörle aynı oranda önem
kazanmaya başladı. Türkiye’de ise böyle bir eğitimci kadrosu
yok, böyle bir müze eğitimcisi yok, müzede küratör olarak
kullandığımız tabir sadece belli konulara odaklanmış sanat
tarihçisi ve arkeolog gibi uzmanlardan ibaret. Yani
müzecilikte olması gereken iyi sergileme, halkla iletişim
kurma ve koruma gibi bilgileri sınırlıdır. Belli bir araştırma
alanında uzmanlık yapabilme özelliği müze uzmanı olunması için
yeterli değildir. Dolayısıyla biz kendi müzecilik alanımızda
fazla bir gelişme göstermiyoruz. Göstermemiz de biraz zor
açıkçası...
Tabii ki biz de 1989’da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde
Müzeciliği Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans
Programı olarak açtık, fakat yüksek lisanstan mezun olan
öğrencilerimiz sadece özel müzelerde görev alıyorlar. Özel
müzelerde gelişme var; lakin devlet müzelerinde öyle bir
gelişme yok, çünkü öyle bir kadro yok. Tekrarlıyorum, sanat,
sanat tarihi veya arkeoloji bölümlerinden mezun olanların
araştırma yapabilmeleri mümkünse de koruma, sergileme,
iletişim konularında uzmanlaşmış olunması pek mümkün değil.
YÖK, bu konuda bir karar almış değil. Kendi kültürümüze sahip
çıkmamız ve müzelerimizi geliştirmemiz için müzecilerimizi
eğitmemiz lazım. Müze bilimin kabul görmesi gereklidir.